Bu yazının genel planı şöyle:
Adalet sözcüğü ve bunun Yunan tinselliği içindeki kavranışıyla başlayacağım.
Daha sonra, bununla bağlantılı olarak, Derrida’nın adalet ve adaletsizliğe dair (Heidegger
temelli) söylediklerini ve onun yapıbozumu yapılamayan, bir talep ve “bir idea
olarak” adaleti yasadan ayıran düşüncesini Platon’un adalet görüşü çerçevesinde
değerlendireceğim. Bu kadar kısa bir yazıda bu kadar çok şeyden bahsetmenin
sonuçta bir “adikia” (“adaletsizlik” diye çevrilen sözcük ama ben şimdilik
“ayarsızlık” demekle yetineceğim) durumunu ortaya çıkarma tehlikesi vardır
tabii. Bu tehlikeyi üzerime alıyorum. Ama şunu da söylemem gerek: ele aldığım filozofların düşüncelerini etraflı bir şekilde burada ortaya koymam mümkün değil. Bu
nedenle, yalnızca ilgi kurduğum noktalarda onların görüşlerini ortaya
koyacağım.
Adalet sözcüğüne ilişkin birkaç
dilsel çözümlemeyle başlayabiliriz öyleyse. Adalet sözcüğünün Yunanca
etimolojisi bize biraz ipucu verebilir; zaten gerek Derrida gerekse de onun
hareket noktalarını belirleyen Heidegger de benzer bir dilsel bağlamdan
hareketle adaleti anlamaya çalışıyorlar. Biz de örneğin bir Platon’u
anlayacaksak, Platon’un içinde yer aldığı tinsellikte adaletten ne anlaşıldığını
görmemiz gerek. İngiliz İlkçağ felsefesi uzmanı Guthrie “Yunan’a özgü düşünme
biçimlerini, hiç Yunan dili bilgisi olmadan anlamanın kolay olmadığı dobra
dobra söylenmelidir” (Guthrie 1999: 10) demektedir. Yani “adalet”ten, diyelim
bir Anaksimandros’un, Herakleitos’un, Platon’un ne kastettiğini anlamak için,
biraz, Yunanca kelimelerin kullanıldıkları dilde ne anlama geldiklerini görmek
gerekiyor. Guthrie de bu çerçevede “adalet” sözcüğüyle çevrilen “dikaiosyne”
sözcüğünün kökenine gidiyor. Bunu da doğal olarak “dike”ye bağlıyor: Dike, kelime kökeni bakımından yol, patika’dan
kaynaklanarak, “bir eyleme biçimi”, “doğanın normal seyri” gibi anlamlara
geliyor. Guthrie buradan hareketle, Yunanlılar tarafından “adalet”in
(dikaiosyne), “kendi işinle ilgilenmek”, “sana ait olanı yapmak”, “sana özgü
eyleme biçimini izlemek” anlamlarında kullanıldığını söylüyor. Platon’un
Devlet’te adalete dair söylediklerinin bu kullanım biçimine oldukça uygun
olduğunu daha sonra göreceğiz. Ama şimdilik Guthrie’yi bir yana bırakalım ama
Yunan kaynağın başka bir veçhesini, mythologia
yönünü işe katalım.
Adalet, Dike’den gelen adalettir.
Dike bilindiği gibi, adalet tanrıçası ve Themis’in kızlarından birisi. Themis, tithemi fiilinden türetilmiştir ve tithemi, koymak, yerleştirmek, sabitlemek
vs. anlamlarına gelir. Buradan Themis’in “yerleşmiş olan, yerleşik”, “olması
gerektiği gibi olan”, “adet, örf” (Almanca söylersek: Sittlich) anlamlarına
geldiğini görüyoruz. Dike işte, Themis’in, Eunomia (iyi düzen, iyi yasalılık)
ve Eirene (Barış) ile birlikte, bir görünümü de “nomos” (yasa) olan Zeus’un
kızlarından biridir[1].
Hem Guthrie’nin söylediklerini hem de
tanrıçalara yüklenen anlamları gözönünde tutarsak, adalet sözcüğünün Yunan
kavrayışında, “işlerin yolunda gitmesi”, “herkesin kendine özgü olanı yapması”
(ki bu aynı zamanda o kişinin ya da şeyin erdemidir), düzen anlamlarını
taşıdığını ve “iyi düzen, iyi yasalılık” ve “barış”la akraba olduğunu söyleyebiliriz.
İşte bunların olmaması durumu, yani negatifi ise adaletsizlik (adikia) olarak
tasarlanıyor. Adaletsizliğin düzensizliği ve işlerin yolunda gitmediği durumu
gösterdiğini, örneğin, Herakleitos gayet iyi biliyordu. Diels edisyonundaki 23.
Fragmanda adaletin ancak adaletsizlik üzerinden kavranacağını “Dike’nin adı
bilinmezdi, bunlar olmasaydı” sözüyle ortaya koyduktan sonra, 94. Fragmanda
şöyle diyor: “Helios bile ölçüleri aşamaz. Aşarsa, Dike’nin yardımcıları
Erinysler onun peşini bırakmaz”. Olmasalardı Dike’nin adının bilinmeyeceği
durumlar haksızlığın olduğu durumlar; öte yandan haksızlığın ortaya çıkışı,
açıkça ölçünün (metrion) aşılması, düzenin bozulması, işlerin normal seyrinden
çıkması durumuna işaret eder. Herakleitos özelinde kosmosun “belirli ölçülerde yanan ve belirli ölçülerde sönen
öncesiz ve sonrasız bir ateş” olduğuna dikkat çekelim.
Sanırım artık bu “işlerin normal
seyrinde olması” anlamındaki dike’yi
ele almaya onun negatifi adikiadan
başlamak gerek. Zaten adalet kavramını ancak bu şekilde kavramlaştırabiliriz. Adikia’yı ise Anaksimandros-Heidegger-Derrida hattı bakımından
ele almak mümkün. Ben bu hat içinde Derrida’nın görüşlerini öne çıkaracağım.
Derrida bu hatta dahil oluyor, çünkü adalet ve adaletsizlik konusunda
söyledikleri Heidegger’in Anaksimandros’un
Sözü başlıklı uzun denemesine dayanıyor. Derrida buna Benjamin’in hukuk ile
adalet arasında yaptığı ayrımı ekleyerek, “bağış olarak adalet”, “ötekiyle
imkansız ilişki olarak adalet” ve “bir idea olarak adalet” fikrine ulaşıyor.
Adım adım gidelim.
Anaksimandros’un felsefe tarihinin
ilk yazılı metni olarak bize bıraktığı “[şeyler] her neden meydana gelmişlerse,
zorunlulukla yok olup ona geri dönerler; çünkü zamanın düzenleyişine göre,
birbirlerine yaptıkları haksızlığın (adikia) bedelini öderler [verirler]
[didonai diken: Dike’yi verirler]” şeklindeki muammalı sözünü Heidegger bir
çeviri sorunu bağlamında ele alıyor. Heidegger’in yazısının detaylarına
girmeden, bu çeviri sorunu bağlamında, burada “haksızlık” olarak verdiğimiz adikianın etik ve hukuksal bir bağlamda
kullanılmadığını, varolanların varolmaklığıyla ilgili bir mesele olduğunu ve
Heidegger tarafından “Un-fug” şeklinde çevrildiğini söyleyelim; Un-fug yani
“Fug-olmayan”, uyumdan çıkmış, akordu bozulmuş, düzen-siz, eklem yerlerinden
ayrılmış. Derrida bunu hemen Marx’ın Hayaletleri’nde Shakespeare’in Hamlet’te
geçen “The time is out of joint”i ile ilişkilendiriyor: “Çığrından çıkmış bir
çağ bu”. “Out of joint” tam da Heidegger’in adikia’yı çevirirken kullandığı
“aus der Fuge” ifadesinin İngilizcesidir, yani: yerinden edilmiş, rahatsız
edilmiş, menteşesinden çıkarılmış (Derrida 2001: 50) (çivisi çıkmış) bir
çağ. Derrida bu adaletsizliği (artık
buna hala adaletsizlik denebilir mi? Belki de “ayarsızlık” demek gerek),
Marx’ın hayaletimselliği ile, messianizmle, şimdide sunulamayan (present) ile,
koşulsuz verme ve bahşetme ile ve gelecekle, gelecek olanla (a-venir)
ilişkilendiriyor.
Bunların her birini uzun uzun
açıklamamız mümkün değil. Biz bu adikia
tasarımından doğrudan doğruya adalet meselesine geçelim. Anaksimandros’un
sözünde genellikle kefaretini, bedelini öderler şeklinde çevrilen “didonai
diken” ifadesi doğrudan doğruya “Dike’yi vermek” anlamına gelir. Adalet,
böylesi bir “verme” biçimi. Şöyle diyor Derrida: “Ne olursa olsun, vermek söz
konusu. Dike’yi vermek söz konusu. Yoksa ceza uyarınca hakkını vermek, geriye
vermek, çoklukla çevrildiği üzre (Nietzsche ve Diels) ödemek ya da kefaretini
vermek değil söz konusu olan. Geriye vermenin, geri ödemenin olmadığı, hesabı
olmayan, muhasebeleştirilmemiş bir bağış söz konusu ilk başta.” (Derrida 2001:
51). Böylelikle Derrida adaleti, hukukun ötesindeki adaleti (çünkü hukuk
genellikle “borç mantığı”na dayanır) bir “verme”, bağış (le don) olarak
tasarlıyor. Sorun bu hukukun ve ahlakın ötesinde bir bağış olarak tasarlanan
adaletin, adaletsizliği bir ön koşul olarak gerektirip gerektirmediğidir. Çünkü
bu durumda adalet bir “talep”e dayanacak ve bir gelecek olanı, beklenileni
(messianizm) tasarım olarak beraberinde getirecektir. Yani ancak adaletsizliğin
olduğu, çığırından çıkmış bir çağın olduğu durumda ancak gelecek olan beklenir.
Bu durum kuşkusuz adaletin hiçbir zaman şimdide sunulamayacağını, deyim
yerindeyse, hukuksal düzenleme ve hesap etmeyle “adaletin sağlanamayacağı”
düşüncesini de göstermektedir. Walter Benjamin “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”
başlıklı yazısında şiddet-yasa ilişkisi çerçevesinde adaleti hukuk oluşturma,
yasa koyma alanının ötesine taşır. Ona göre “hukuk kurmak, iktidar kurmaktır,
bu anlamda şiddetin dolaysız tezahür ediş eylemidir” (Benjamin 2010: 36).
Adalet ise bunun tersine ilahi amacın ilkesidir. [Burada adaletin şiddetten
bağımsız olduğu söylenmiyor tabii ki. Buradaki şiddet hukuk kuran mitik
şiddetten farklı olarak, hukuku yok eden bir ilahi şiddettir (agy. 38)].
Böylece hukuk olarak adaletin ya da hukuk haline gelen adaletin sonsuz bir
adalet fikriyle bir ilgisi yoktur. Derrida’ya bu sonsuz adalet fikri “olumlayıcı
karakterinde, mübadele olmaksızın ve kural olmaksızın, tanıma olmaksızın, hesap
olmaksızın ve kural olmaksızın, düzenleyici hakimiyet anlamında akıl veya
rasyonalite olmaksızın armağanı talep edişinde indirgenemez görünmektedir”
(Derrida 2010: 75) ve işte dekonstruksiyonu yapılamayan adalet budur. Derrida
işte bu adaleti, eklem yerlerinden ayrılmış, çığrından çıkmış, ayarsız bir çağ
içinde bir gelecek olan (a venir) olarak koyuyor. Burada gelecek olanı,
kuşkusuz, belirli bir “gelecek ufku” olarak ya da “mevcut durumun negatifi”
olarak kavramamak gerek; Derrida’nın adalet tasarımı böylesi bir belirliliğe ve
bu belirlilik içinde kararlar almaya, uygulamaya değil, belirsizlik ve karar
verilemezliğe dayanır. Hem adalet hem de gelecek olan bir belkilikle
(peut-etre) ifade edilir. “‘Belki de’ adalet için her zaman belki de demek gerekir. Adaletin bir
[geleceği] vardır ve ancak olay mümkünse, olayda bir şeyler hesabı, kuralları,
programları, öngörüleri vb. aştığı ölçüde adalet vardır” (Derrida 2010: 77).
Derrida bu adalet fikrini sonrasında demokrasi tasarımıyla da ilişkilendiriyor:
“Demokrasi adına layık bir demokrasi yoktur henüz. Demokrasi [gelecek olan]
olarak kalır” (Derrida 2010: 110). Bu da şu demektir: Derrida demokrasiyi de
bir “belkilik”le dillendiriyor; her türlü hesabı aşan (Dostluğun Politikası’nda ifade ettiği şekliyle: her türlü sayı
hesabının ötesinde) bir gelecek olan olarak demokrasi yoktur; ne de ötekini
koşulsuz çağırma ve bağış olarak adalet vardır. Ne vardır? Adikia vardır ve bu nedenle Dike
verilecektir.
Buraya kadar söylediklerimizde birkaç
ortak nokta şöyle toparlanabilir: Dike, adikia’nın olduğu durumda “bilinir”
olmaktadır; adikia, “işlerin yolunda
gitmemesi”, “çığrından çıkma”, “eklem yerlerinden ayrılma”, “ayarsızlık”,
“akord olmama” ise, bir idea olan,
gelecek olan adalet de “şimdiki zamanın ayrılmış eklem bağını gerektiği gibi yeniden eklemlemek için”
(Derrida 2001: 50) gelmektedir. Yani ayrılmış olanı eklemlemek, olması gerekeni
olması gerektiği gibi, kendi rotasına sokmak. Ama burada büyük bir sorun var:
bir idea, eğer bir tanrı değilse, nasıl olur da “her şeyi yoluna koyabilir”? “Belkilik”le
dile getirdiğimiz, belirsiz ve hakkında karar verilemez bir gelecek nasıl
“güçlü” olabilir? Pascal’in adalet ile gücü (justice ve force) yeniden
buluşturma arzusu [“güçsüz adalet iktidarsızdır; adaletsiz güç zorbacadır. …
Öyleyse adalet ile güç bir araya gerilmelidir” (Pascal 1972: 145)].
İşte bu noktada idea ile tek tek
şeyler arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırmış olan Platon’a geçebiliriz. Platon’un
adalete dair söyledikleri çok iyi bilindiği için Devlet, Yasalar ve Gorgias
diyalogları temelinde sadece birkaç noktaya dikkat çekmekle yetineceğim.
Bilindiği gibi Devlet’teki temel
mesele adaletin ne olduğudur (ti estin dikaiosyne). Bu adaletin hem polis açısından hem de tek tek kişiler
açısından ortaya konması söz konusu. Adaletin neliğine dair olarak birkaç
tanımı (“adalet güçlünün işine gelendir”, “adalet herkese borçlu olunanın
verilmesidir” vs.) elimine ettikten sonra Platon adaleti hem polis hem de kişi
açısından bir “denge”, “düzen” durumu olarak tasarlar. Bir poliste adalet, üç
temel sınıfın (el işçileri, koruyucular, yönetenler) üç temel erdeme göre
(sophrosyne, andrea, sophia) kendi işlerini uyumlu bir şekilde yapmaları olarak
tasarlanır: böylece adalet, dördüncü olarak, diğer üç erdemi olanaklı kılan,
“onları doğuran ve yaşatan” (Politeia 433b) erdemdir. Bunlar aynı zamanda iyi
(tagathon) bir politeia’nın
ölçütüdür: “yani bu devlet bilge, yiğit, ölçülü ve [adildir]” (Politeia 427e). Yasalar
diyaloğunun başında da bu dört erdemin “erdemin bütününü” oluşturduğunu
söyleyecektir (Nomoi 630b). Platon bilindiği gibi adaleti bir de kişi düzeyinde
ele almaktadır. Buradaki temel düşünce şudur: ruhun üç yanıyla ilgili üç
erdemin (yani logistikon yanıyla sophia’nın, epithymetikon yanıyla sophrosyne’nin
ve thymos yanıyla andrea’nın) bir insanda uyumlu bir
şekilde bir araya gelmesini, ruhun her bir kısmının kendine özgü olanı uygun
bir şekilde gerçekleştirmesini, bu uyum ve düzeni Platon adalet olarak
görmektedir (Politeia 439d-441e). Platon adaleti bu şekilde görünce
adaletsizliği (yani adikia’yı) de doğal olarak bir çatışma (stasis), uyuşmazlık
olarak düşünüyor ve bedenin sağlıklı durumuyla sağlıksız durumu arasındaki fark
gibi adalet ile adaletsizliğin farkına dikkat çekiyor. Burada Platon'un -Yunanca
düşündüğü için- adalet ve adaletsizliğin Yunanca bütün anlamlarının -adikia’nın
hastalık anlamı da dahil olmak üzere- farkında olduğu açık. Adalet ister diğer
üç erdemi olanaklı kılan erdem olsun isterse de diğer erdemlerden birisi olsun
fark etmez, Platon adaleti bir erdem olarak, yani bir tamlık olarak, bir idea
olarak tasarlıyor. Platon’da erdemler, idealardır aynı zamanda. Sorun bu
ideanın tek tek şeyler olarak ya da tek tek durumlarda nasıl gerçekleşeceğidir.
Bu bilindiği gibi Platon’da büyük bir sorun ve kendisi bu sorunu sanki bilerek
sorunsallaştırmakta (Parmenides diyalogunu hatırlayalım).
Bu noktada Platon’un adalet ile yasa
ilişkisini nasıl kurduğuna bakmak gerek. Gorgias diyalogundaki bir bağlamda bu
ilişkiyi yine yukarıdaki sağlık-hastalık bağlamında olduğu gibi kuruyor ama bu
sefer yasa (nomos) ifadesini kullanarak: “Bana kalırsa bedendeki düzene
sağlamlık adı yakışır. Sağlık ve bütün öteki fiziksel nitelikler bundan doğar.
… Ruhtaki düzen ve kurala da yasaya uygunluk; insanları hem [yasaya uygun] hem
de kurallara bağlı kılan, öte yandan [adaleti de ölçülülüğü de] oluşturan
budur” (Gorgias 504c-d). İşte Gorgias diyalogu bağlamında erdemli bir hatibin
(rhetorikos) yapması gereken şey, yurttaşlarında (polites) bu anlamda alınan
adaleti gerçekleştirip, haksızlığı çıkarıp atmak, onlarda ölçülülüğü
geliştirmektir. Yani onlara bütün erdemi verip, onlardan kötülüğü atmaktır.
Uygun yasalarla, gerek ruhta gerekse poliste düzen sağlanabilir. Yani idea
gerçekleştirilebilir. Ama öte yandan idea ile mevcut gerçeklik arasındaki
aşılamaz fark, tam olarak ortadan kalkmaz. Onun için yasaların sürekli
düzeltilmesi gerekir: Platon yasaya koşulsuz bir şekilde uyulması gerektiğini
söylediği Kriton diyalogunda bile
yasaların eleştirilebileceğini açıkça ifade etmiştir. Kendi tasarladığı yasa
düzeninde bile yasaların mutlaklaştırılmadığını gösteren en güzel ifadeler onun
yasalar kitabında bulunur:
“[Yasa koyucu] önce yasalarını elden
geldiğince titizlikle yazacak, sonra da zaman geçtikçe tasarılarını uygulama
alanına koymaya çalışacaktır; ama kurduğu kentin yönetim biçimi ve düzeninin
hiç bozulmadan daha iyiye gitmesi için, birçok şeyi zorunlu olarak eksik
bıraktığını ve ardından gelenin bunları düzeltmesi gerekeceğini bilmeyecek
kadar akılsız bir yasa koyucu bulunduğunu düşünülebilir misin?” (Nomoi 769c).
Bu ifadeler adalet ile gerçeklik
arasındaki ilişkiyi anlamamız açısından çok önemlidir. Neredeyse aynı dilsel
bağlamdan (Dike ve adikia’ya ilişkin bütün anlamlandırmalar) ve aynı kavramsal
temelden (bir idea olarak adalet) hareket eden iki filozof, yani Platon ve
Derrida burada birbirinden ayrılmakta: Derrida adaletin nasıl
“gerçekleşebileceğini” açıklamıyor (başka bir ifadeyle, Pascal’in kendisinin de
aktardığı ifadelerindeki adalet ile gücün nasıl birleştirileceğini belirsiz
bırakıyor); Platon ise toplumun adalet idealine göre düzenlenebileceğini ve
iyiye doğru hiç bitmeyen bir çaba olduğunu göstermeye çalışıyor. Bunu da hiçbir
yasa (hukuk) düzenini mutlaklaştırmadan yapıyor.